Otranto ya da Düşlerin Yükselişi (Bulut YAVUZ)

Kimi edebiyat türleri vardır; üslup ve biçim bakımından yavan bir görünüme sahip olmakla birlikte bize bu yavanlıkla yüce sandığımız kültürümüzün kokuşmuşluğunu gösterirler. Gotik dönem edebiyatı da işte böyle bir edebiyattır. İlk örneği olan Otranto Şatosu ise bunun uzamını kurandır. Bu uzam sayesinde yüksek edebiyat yapma iddiasının yanında, başka, yeni bir tarzda edebiyat yapmanın olanağı doğmuştur.

Kitap “Asıl sahibi orada yaşayamayacak kadar büyüdüğünde, Otranto Şatosu ve Lordluğu mevcut ailenin elinden çıkacak”  kehânetinin aşama aşama gerçekleşmesi üzerine kuruludur. Kehâneti soyunun azlığına bağlayan Mevcut Lord Manfred, Vicenza Markisi’nin kızı Isabelle ile oğlu Conrad’ı alelacele evlendirerek, soyunun devamlılığını – ki karısı ona sadece iki çocuk doğurmuştur ve bunlardan da biri erkektir – sağlamaya çalışır. Bu girişimini evliliğin olacağı gün Conrad’ın tepesine düşen, bir insanın yüz katı büyüklüğünde bir miğfer bozar.

Manfred daha sonra soyunu devam ettirmek için Isabella’yı elde etmek ister. Isabella ondan kaçıp kiliseye gitmeye çalışır ve bu  kaçışta Theodore isimli köylü – daha sonrada soylu biri (öncesinde soylu olan ve daha sonra papazlığa geçen Jerome’un oğludur) olduğu ortaya çıkacaktır – ona yardım eder. Kitapta Manfred’in kızı Matilda ise, babasının çılgınlığına kontrast olarak kutsal bakire konumundadır. Matilda’nın annesi Hippolita ise itaatkar eş konumundadır. Manfred, Isabella ile ilgili amacına ulaşmak için Isabella’nın kayıp zannedilen babasının (Frederic) çıkıp gelmesini fırsat bilerek Matilda’yı ona vaat eder. İlişkiler ağı ve diyaloglar oldukça zayıf bir görünümdedir. Ancak kitabın bize vaadi çok başka bir noktada kendini gösterir. Bu vaat görsel üzerine kuruludur. Kitabın her bir sahnesi kendi başına çok vurucu ve resim sanatına yaklaşan cinstendir. Isabella’nın geçtiği dehlizler ya da Theodore’un onu bulduğu mağara, Matilda’nın sunakta babası tarafından bıçaklanması, Frederic’in aklını başına getiren Hippolita’nın odasındaki sunakta beliren iskelet, Isabella Manfred’den kaçıp odadan çıktıktan sonra beliren hayalet gibi pek çok sahnede bahsedilen yavanlıklar; örgülü bir kontrast ile edebiyatı güçlü kılıyor.

Tepeden Düşen Miğfer
Tepeden düşen miğfer olgusu, deus ex machinayı hatırlatır biraz. Normalde en sonda devreye giren kutsal bir figür olayları düzenler ve kapanışı yaparken, kitabın başında beliren miğfer tam tersine her şeyi birbirine katan ve süregideni parçalayan bir tarzdadır. Miğferin ait olduğu zırhı görenler ve anlatanlar vardır öyküde. Öykü, bu zırhın sahibi olan Alfonso’nun hayaletinin artık kaleye sığmadığı için onu içeriden paramparça etmesi ve kehâneti gerçekleştirmesi ile son bulur. Alfonso’nun hayaleti ise gökyüzüne doğru yükselerek gözden kaybolur.

Gotik dönem edebiyatı genel olarak her şeye sahip olanın (genelde kral, prens vb. statülerdeki tiran karakterlerdir) gücünün elinden kayıp gitmesinin öyküsüdür. Burada da Manfred karakteri bu işi üstlenir.

Sonsuzun Mimarisi
Kitapta anlatıldığı kadarıyla, olaylara sahne olan şatonun, yazar Walpole’un Strawberry Hill’ine benzediği söylenebilir. Kitapta mimarinin kurgulanışı, gotik edebiyatta sonsuzun işleniş biçiminin kusursuz bir örneğidir. Kitapta geçen iki yapı da (Şato ve Kilise) bir geçit ile birbirine bağlıdır. Bu durumu Conrad’ın ölümünden sonra soyunu devam ettirme işini kendi üstüne alan Manfred’in Isabella’ya sahip olmak istemesi ve Isabella’nın Manfred’den kaçarken kiliseye bağlanan yeraltı geçidini aramasından öğreniriz. Geçidi aradığı yer şatonun altındaki dehlizlerdir. Bu dehlizler, yer altında bütün mekânı ören bir ağ görüntüsü verir. Gıcırdayan ve çarpan kapılarla, yeraltı olmasına rağmen, bir esintinin varlığı ile duvarımsı yapıları yıkan bir duyguyla anlatılır bu dehlizler. Isabella kiliseye geçmek için gizli bir geçidi kullanır. Kiliseye çıkan gizli geçit, sonsuzda birleşen mekânlar içerisindeki bir geçit gibidir. Kilise ismine uygun olarak kutsal bir mekân işlevi görürken, şato deliliğin hüküm sürdüğü bir mekândır.

Sonsuzda Birleşen Kurban
Gotik edebiyatta kurban figürü bir delilik ile kutsallığın birleştiği noktada durur. Otranto Şatosu için de durum böyledir. Kitapta şövalye görevini üstlenen Theodore ile Isabella arasında gizli bir aşk yaşandığı paranoyasına kapılan Manfred, kilisede gizlice buluştuklarını düşünüp kilisede gördüğü kadını öldürür, oysa kadın kendi kızı Matilda’dır. Matilda’nın kutsal bir alanda delilik tarafından katledilmesi bize bakire kurban etme ritüellerini hatırlatır. Matilda Alfonso’nun mezarının başındaki sunakta katledilmiştir, sunağa adanan kandır bu. Zaten Alfonso’nun hayaletinin mekânı yerle bir etmesinin, Matilda’nın ölümünün hemen sonrasında gerçekleşmesi de bunu destekler niteliktedir. Kehânet mekânların sonsuzda birleştiği yerde gerçekleşmiş olur böylece.

Kâhin İskelet
Kitapta sadece tek yerde beliren bir iskelet vardır. Frederic’in daha öncesinde karşılaştığı bir bilgenin beliren ve hatırlatan iskeletidir bu; daha doğrusu kitapta açıkta olan tek yeri yüzüdür ki bu yüzde de sadece kemik vardır. Hamlet’teki kurukafayı hatırlatır bize, dahası Gotik’ten sonraki akımın korku edebiyatı olmasını da açıklar bu durum. Korku edebiyatının dayanak noktası olan tuhaf yaratıklar ya da doğaüstü durumun edebiyata dahil olmaya başlamasıdır bu durum. İskelet Frederic’e orada niye bulunduğunu Hippolita’nın sunağında hatırlatır – Walpole’un sunakları hikâyenin kaderinin belirlendiği yerlerde kullandığı açıktır – ve kaybolur. İskelet, kehanetten sonra gelen kâhindir.

Her ne kadar sahnelerdeki gücünü birbirine bağlama yetisinden yoksun da olsa, Otranto Şatosu anlık yıkımlardan haz alan okurlar için büyük zevkle okunacak bir kitaptır.

OTRANTO ŞATOSU, Horace Walpole, (Çev.) Zeynep Bilge, Can Yayınları, 2011.

0 yorum:

Yorum Gönder