Kentleri Yeniden Talep Etmek (Soner TORLAK)

Komün, herhangi bir anıtın masumiyetini reddederek, siyasal dönemlerin toplumsal uzamlarını anlayarak ve hayata dair hakim örgütlenmenin taşlaşmış işaretlerine saldırarak devrimci bir şehirciliğin zamanına kadarki tek uygulamasını temsil eder. Bu saldırıyı, “lümpen proletarya nihilizmi” ya da “molotofçuların sorumsuzluğu” olarak küçümseyenler bugünün toplumunda korunmaya değer neyin olduğunu açıklamalıdırlar. Bütün uzam halihazırda düşman tarafından işgal edilmiş durumda… Hakiki şehircilik, bu işgal belirli kent mekanlarında kırıldığında ortaya çıkacak. Bizim “inşa” dediğimiz şey de buralarda başlayacak. Bu başlangıç, modern fizikçilerin geliştirdiği “pozitif yüklü boşluk” kavramıyla da açıklanabilir.

-    Sitüasyonist Enternasyonal, Paris Komünü Üzerine Tezler, 18 Mart 1962, 7. Tez


Memleket sathında “yerel seçimler” yapılacak, gün sayılıyor. Haziran İsyanı’ndan sonra siyasetin yeni kodifikasyonu dâhilinde özyönetim, katılımcılık, kent hakkı, özerklik gibi kavramsallaştırmalar bu topraklarda uzun yıllardan bu yana ilk defa kitlesel bir siyasetin temel tartışmaları haline geldi, ne mutlu. Haziran İsyanı, Metin Yeğin’in dediği gibi bir “mekan-kimlik-ekoloji” isyanıydı; buna Deniz Yıldırım’ın vurguladığı “halkçı ve demokratik bir kamusallık talebi”ni de özellikle eklemek lazım.

Siyasetteki Haziran etkisinin en önemli örneği, sağdan soldan hokkabazların kendilerini mutlaka ondan yana ya da ona karşı konumlandırmak zorunda kalmalarıdır. İsyanın tetiklediği fay hattı düzeni tam ortasından yarmayı başardı, hegemonyanın göbeğindeki bu yarıktan yerin üstüne çıkan lav sıcağındaki kavramlar ise nihayet bol bol tartışılmayı, dahası hayata geçirilmeyi bekliyor. Faydan lavdan bahsediyorsak da metafor değil, liberal tarihi uzlaşmanın yedi kat toprak altına gömdüğü özyönetim, özsavunma, katılımcı demokrasi, milis örgütlenmesi, komün gibi kavramlar, gömüldükleri yerden fışkırdılar ve el yakıyorlar.
Yereli yönetmek
Bu toprakların özyönetim deneyim ve tasavvurlarının üzerinden silindir gibi geçen askeri faşist diktatörlüğün arkasından yeşertilen –ve aralıksız bir devlet terörüyle sürdürülen– “liberal demokrasimiz”in bir kamu yönetimi ve müteahhitlik meselesi olarak güdükleştirdiği yerel yönetim, eskilerin söylemeyi sevdiği deyimle “mahalli idareler”, insanların yaşadıkları “mahal”de nasıl yaşayacaklarına karar vermelerine dönük katılımcı mekanizmaların kurulması anlamında bir tür memleket meselesidir.

Ülkeyi karpuz zanneden ve sürekli bölünmesinden korkan zevat bir tarafta, yerel yönetimin güçlendirilmesinin kendiliğinden demokrasi getireceğini düşünen liberal garabet diğer tarafta tutulursa, bugün yapılması gereken, tarihsel özyönetim deneyimlerimizden damıttığımız derslerle yeni siyasal paradigmaya uygun inşa faaliyetlerine girişmek gibi görünüyor.

Haziran İsyanı, sokağı, mahalleyi, yaşam alanlarını ve ayakları bunlara basarak kendi hayatı üzerinde karar alma ve uygulama hakkını talep eden bir “halkçı-demokratik kamusallık talebi”ydi. Yeni bir kamusallığa ihtiyacımız var, mücadele yöntemleri ise muhtelif. Neoliberal aklın kentlere dönük tecavüzlerine karşı koyarak “kurtarılmış” kent parçaları yaratmak ve buradan doğru yeni bir siyaset filizlendirmek bir yanıyla önemli. Sitüasyonist Enternasyonal’in 1962’de sarf ettiği “Hakiki şehircilik, bu işgal belirli kent mekanlarında kırıldığında ortaya çıkacak. Bizim “inşa” dediğimiz şey de buralarda başlayacak” sözleri buraya oturuyor. Harvey’nin, sınıfsal praksis ile sosyo-mekansal praksis makro bir siyasal çerçevede buluşturulmadığında, mekanları “kurtarmanın” bir süre sonra bir tür kedi-fare oyununa döneceği mealindeki uyarısını da kenara yazalım.

Halkçı belediye ne yana düşer?

Belirli yerelliklerde seçim yoluyla yönetme erkine geçici süre için hâkim olmak, dosta düşmana alternatif bir yerel yönetim pratiğini hayata geçirebileceğimizi göstermek adına önemli. Harvey’nin uyarısından devam edelim: Bir halk demokrasisine dönük mücadeleden bağımsız halkçı belediye pratikleri en kadar anlamlı olacaktır? Özyönetim, özsavunma, katılımcı bütçe, yönetenlerin geri çağrılması, mahalle komiteleri, sokak savunma komiteleri olmaksızın “solcu belediyecilik” yapmanın soluğu nereye ne kadar yetecektir? Bir süre sonra bizi halkçı müteahhitlerden, halkçı rantçılardan ve halkçı “başkan”lardan kim koruyacak?
Parlamenter demokrasinin kredisini yitirmesi ve şiddetli bir temsil kriziyle yeniden siyasetin asli mekânı haline gelen “sokak”, katılımcı bir özyönetim faaliyetinin tohumlarını bağrında taşıyor. İnsanın, iradesini bürokratik koridorlara teslim etmek yerine doğrudan hak talebini dillendirmesine imkân tanıyan sokak, bahsettiğimiz inşa faaliyetinde de asli unsur olacak.

Kenti talep etmek

Bu topraklarda madenlere karşı, HES'lere karşı, nükleer santrallere karşı, gecekondu yıkımlarına karşı, yoksulların kent merkezinden kovulmasına karşı biriken öfke ve mücadele pratiklerinin yarattığı enerji, Haziran İsyanı'yla birlikte bu sefer memleket çapında bir "kurtuluş" talebine dönüştü. Yerel seçimler, bu kurtuluş talebinin tarihsel deneyimlerden devralınan kavramlarını yeniden ve daha kitlesel mecralarda dile getirebilmek için bir vesileden başka bir şey değil. Egemenlerin koyduğu kurallara göre oynanan seçim oyununda onları kendi silahlarıyla vurmak bir yere kadar mümkün. Sandık deplasman, sokak kendi sahamız. Sokağın enerjisini sandıkta eritmediğimiz, sandıktan çıkan alternatifleri, doğrudan kenti talep eden daha güçlü bir sokak siyasetine tahvil edebildiğimiz zaman, sitüasyonistlerin bahsettiği "hakiki şehirciliği" yapmaya başlamışız demektir.

Dosyamız, yerel seçimler vesilesiyle bütün bunlar ekseninde yaratıcı bir tartışmayı kışkırtmak niyetinde. Brezilya'nın Porto Alegre şehrindeki halkçı belediyecilik deneyiminin önemi ve sınırlılıklarından Paris Komünü'nde yerel yönetimin nasıl örgütlendiğine, düzen sağının ve solunun yerel seçimler üzerine söylem ve pratiklerinin karşılaştırılmasından Harvey'nin antikapitalist mücadele için şehri yeniden sahiplenmek üzerinden geliştirdiği kuramsal çerçeveye, Lefebvre'nin şu sıralar sık telaffuz edilen "kent hakkı" mefhumunun uygulamadaki karşılığına dönük bir tartışmadan dünyadaki radikal yerel yönetim örneklerine, canlı bir dosya hazırladık.

Berkinlerin korkusuzca uçurtma uçurabildiği sokakları yaratabilmek için...
**   

Bir Barış Ütopyası: Marinaleda Notları (Metin YEĞİN)

Dosyanın editörü bir kitapla bağ kursan iyi olur diyordu. Yazıldığı yer kitap ekiydi. Mutlaka kurmak gerekiyorsa "Das Kapital"le kurulabilirdi ya da pratikte benim "Topraksızlar" kitabıyla ama ben bir halkın kulu belediyenin, bu anlatılanların pratikle bağını kurmasını tercih ederim.

Marinaleda, barış ütopyasını inşa etmeye 1978 yılında başladı. İspanya Faşist Franco rejimini yeni sırtından atmıştı. Marinaleda İspanya’nın en yoksul iki yerinden biriydi hatta Avrupa'nın. Bir toprak ağasının ve daha büyük olanın, devletin dışında neredeyse kimsenin toprağı yoktu. "En önemli şey birlikte harekete etmek ve bir de lider ama aynı bizle birlikte her şeyi yaşayan bir lider" diyordu Manuel. Zeytinyağı fabrikası kooperatifinin sorumlusuydu. 2 saat sonra tarladan döndüğümüzde 10 metre yüksekliğinde zeytinyağı tanklarının üstünü tazyikli sularla tutup fırçalayarak temizlemeye çalışıyordu. 1 milyon euro değeri vardı sadece fabrikanın -Hayatımız para ya böyle anlatmaya çalışıyorum. "Sonra toprağı işgal ettik. 2 yıl sürdü mücadale. Jandarma geldi. Direndik. Çıkardılar. Gene işgal ettik. Geldiler, çıkardılar. Gene işgal ettik. Yolları kestiler. Gece gizlice geldik, gene işgal ettik. Kentte tarım bakanlığını işgal ettik. Defalarca yolu kestik. İspanyol bankasını işgal ettik, Sevilla parlamentosunu..." "İşgal etmediğiniz yer kalmamış’" diyordum. O saymaya devam ediyordu.

1260 hektar toprak işgal etmişlerdi. Şimdi çoğu zeytinlik. Yol kenarından arabayla gittiğinizde 7 kilometre sürüyor kooperatifin zeytin ağaçları. Sadece toprak yetmiyordu. Onunla birlikte toprakları için su mücadelesine giriştiler. Juan Manuel Sanchez Gordillo’ydu başından beri hareketin lideri ve 35 yıldır belediye başkanıydı. Ne belediye başkanı ne de bu belediyenin yönetiminde en önemli unsurlarından 2 konseyin hiçbir üyesi maaş almıyorlardı. Hepsinin çalıştığı başka işleri vardı. Kooperatiflerde, yani zeytinyağı fabrikasında ya da zeytinliklerde, enginar tarlasında, biber ya da domates serasında, 8 kooperatiften birinde çalışıyorlardı ya da Juan Manuel gibi öğretmen olanları da vardı. Mesailerinden sonra belediye geliyorlardı.

Belediye başkanı Juan Manuel’in iki katlı bahçe içinde bir evi vardı. Diğer bütün isteyen işçilerin olduğu gibi. "Auto-construcción-Kendi evini kendin yap" evlerinden biriydi bu. Juan Manuel’de mesailerden sonra gelip çalışıp evini yapmıştı. Marinaleda da her hangi bir kişi bu kooperatife, "Kendi evini yap" kooperatifine dahil olabilir. Belediyenin ya da devletin toprağına inşa ediyorlardı. Yani herkesin barınma hakkı vardı. Çalışmayı birlikte örgütlüyorlardı. -Çok önemli bir ayrıntı bütün çalışmaları küçük küçük gruplar olarak sürdürüyorlardı.- Yeni yapılan evleri geziyorduk. İki katlı, her küçük ailenin rüyası evlerdi. Altta bir tuvalet, mutfak ve salon, üstte 2 yatak odası ve banyo tuvalet vardı. Hepsinin önünde balkon ve 200 metrekare bahçeleri. İsteyen bahçesine ek oda, hayvanları için barınak ya da garaj yapabiliyordu. Geliştirilebilir bir mimariydi. Carmano gezdiriyordu yeni inşa ettikleri evleri bize. Şu ana kadar 256 ev yapmışlardı. Marinaleda nüfusu 2860 kişiydi zaten. Koca nasırlı elleriyle duvarları, tabanları yumrukluyor, "Hepsi birinci kalite. Biz kapitalistler gibi yapmıyoruz. Kendi evlerimizin her şeyi birinci kalite" diyordu. Tabi ki para ödüyorlardı bu evlere. Aylık 15 euro ödüyorlardı. Yani 30 lira filan. Evlerde istedikleri kadar oturabilirlerdi. Sonra çocukları ya da onlar da ihtiyaçları varsa başvurup "Kendi evlerini yap"abilirlerdi. Kimse evlerini satamıyordu. Çünkü toprak halkın toprağıydı. Ev için malzeme parasını, Endülüs yerel hükümeti veriyordu. Eh tabi birkaç direniş, yol kesme ve işgalden sonra. Girişte bir tabela vardı. İnşa edilen son 20 ev için toplam yaptıkları ödeme yazıyordu. Geçen yıl sadece 96 bin Euro, bu yıl sadece 96 bin Euro vermişlerdi. Tekrar ediyorum 20 dubleks evdi ve yakında bitecekti. 

Sabah tarlada enginar topluyorlardı. 40 kişi kadar bir grup. Kadınlar ve erkeklerdi. Gençler ve yaşlılar. Seri bir hareketle enginarın sapından boynunu kırıp, kollarındaki sepete dolduruyorlardı. Biraz daha gençleri, sepetlerden alıp, traktörün romörküne dolduruyordu. Antonio ile konuşuyorduk. 28 yıldır kooperatifte çalışıyordu. Tarladakiler 6,5 saat çalışıyorlardı. Daha zordu işleri. Diğerleri 8'er saat. Arada "Ya arkadaşlar ufakları toplamayın" diye bozuk attı. Sonra yeniden başladılar tarlanın bir ucundan diğer tarafa. Enginar fiyatlarından konuştuk. Türkiye'de çok pahalı diye biliyordum. "Eğer biz işlemeden satsak burada hiç para etmez" diyordu, "Bu yüzden fabrikayı kurduk".

Bir konserve fabrikasıydı. Bugünlerde mevsim olmadığı için yarı zamanlı çalışıyordu. Sebzeler toplandığında hemen fabrikada işleniyordu. Zeytinyağlı, sirkeli, ikisi birden ya da birçok çeşit enginar, kırmızı biber, fasülye, kereviz sapı konserveleri yapıyordu. Tarlada kendi üretikleriydi hepsi. Bu sefer biz gibi yapıp, "Kaça abi burası" diye sormadım ama çok para ederdi gene fabrika. Bütün makineleri taksitle almışlardı. 6-7 yıl kadar borç ödemişlerdi. Her bir üründe "Kampanya" olarak çalışıyorlardı. Yani ürün zamanı gruplar halinde çalışıyorlardı. İşe alımlarda eğer başvuru çoksa ihtiyacı olanlar seçiliyordu. Hala fazla başvuru varsa, kura çekiliyordu. Söylemedim değil mi? Bütün kooperatiflerde herkesin ücreti eşitti. Usta olup olmaması, vasıflı olup olmaması ya da belediye konseyinde olması bir şeyi değiştirmiyordu. Herkes eşitti.

Juan Manuel Sanchez Gordillo ile konuştuk. En son ekonomik krizi protesto etmek için bir ulus ötesi marketi "yağma"lamışlardı. Juan Manuel elinde bir megofonla "bir, iki, üç hadi" diye bağırıyor. Markettekiler çuvallara temel ihtiyaç malzemelerini dolduruyorlardı. "Bu ekonomik krizin sorumlularını, finans dünyasını, bankaları ve ulus ötesi tekellerini deşifre etmek istediğimiz bir eylemdi" diyordu. Nasıl ki dağda mahsur kalan birisinin bir eve girip yiyecek alma hakkı varsa, halkın da ekonomik krizde bu yağmaya hakkı var diye düşünüyordu. Hakkında açılmış yüzlerce dava vardı. İki suikasttan kurtulmuştu. Yorgundu. 35 yıl, az değildi.
"Juan Manuel çok önemli bir simge. O olmasa Marinaleda devam edebilir mi?" diye sordum. Dolares konseyin en yaşlı, kadın üyesiydi. Çalıştığı işinden yeni dönmüştü. "O bir simge ama biz zaten, bütün kararları hep genel halk toplantılarıyla alıyoruz. Sadece Juan Manuel’e bağlı değil ki işler" diyordu. Sergio’ya soruyordum. Konseyin en genç üyesiydi. "Sovyetler birliği yıkıldı. Marinaleda nasıl ayakta?" diye. "Biz ihtiyaç üzerinden örgütlendik. İhtiyaç vardı. Bir araya geldik. Onu çözdük. Bir ihtiyaç daha vardı. Örgütlendik onu çözdük" diyordu. 

Juan Manuel’e "Ay sonunda seçimler var bizde böyle olabilir mi?" diye sordum. "Neden olmasın, tek yolu mücadele etmek" diyordu. Bir gün sonra Santa Fe’den Madrid’e doğru yapacakları 100 kilometreden fazla, bütün İspanya işçilerinin kendi bölgesinden katılacakları yürüyüşe hazırlanıyorlardı.

Yaklaşık 3000 kişilik bir belediyede, 100 çocuğun aynı anda çalışma yaptığı bir futbol stadı, spor salonu, devasa bir havuz, tenis kortları, eh bizde belediye manasına geldiği için söylemeliyim hiç çamuru olmayan sokaklar, bütün bunların üstüne, 1260 hektar toprak, tarımsal üretim kooperatifleri, içinde zeytinyağı fabrikası, konserve fabrikası da olan 8 kooperatif, bunları koordine eden bir üst kooperatif, ekonomik krizden önce 460 kişinin çalıştığı yani neredeyse her aileden bir kişinin çalıştığı bir kooperatifler topluluğu bulunuyordu.

Tek eksiği hiç lokal polisi yoktu. "Ona verecek paramız yok" diyorlardı.

Kapitalizmin göbeğinde bir barış ütopyası Marinaleda. Okudunuz ama inanamadınız değil mi?  Mükemmel bir toplum talebi faşizmdir. Sorunları tabi ki vardı ama anlattıklarımın hiçbiri abartı değildir. Beni okuyanlar bilir de diğerleri için yazmalıyım; Wallahi de böyle! Ve gene de inanmayanlar "Dünyanın Sokakları" programında seyredebilir. 

Peki; bizde seçimlerden sonra, bu cüreti gösterecek bir halkın kulu belediye hiç mi yok?

(Fotoğraflar: Özgür Karakaya)

Paris Komünü’nde Yerel Yönetim (Ernest Belfort BAX)

18 Mart, Paris Komünü'nün sene-i devriyesi. Ernest Belfort Bax'ın 2011 tarihli "The Paris Commune" kitabının Komün'ün yerel yönetim pratiğine ilişkin bölümünü hem bu tarihsel özyönetim deneyimine selam yollamak hem de bugün yerel yönetim üzerine düşünürken tarihsel deneyimlerden hala öğrenmemiz gereken şeyler olduğu inancıyla yayınlıyoruz.

Paris Komünü “yerel yönetim” olarak kendisini dokuz komisyon ya da delegasyon şeklinde örgütlemişti. Bu birimler, erzak departmanı, belediye hizmetleri departmanı, mali departman, savaş departmanı, kamu güvenliği departmanı, adalet departmanı, dış işleri departmanı, eğitim departmanı ve emek departmanıydı.
Erzak departmanı, Thiers rejiminin erzak taşıyan trenlerin Paris’e gitmesini engellemeye başladığı ve Paris’i Alman ve Versay orduları arasında bir tür tarafsız bölge olarak tutmanın mümkün olduğu Nisan ayı sonuna kadar çok fazla zorlukla karşılaşmadı. Zaten şehirde de gerektiği takdirde uzun bir kuşatma altında bile kendisine yetecek kadar erzak bulunuyordu. Belediye hizmetleri departmanı, postane, telgrafhane, darphane, matbaa, hastaneler gibi kurumların genel denetiminden ve buralarda çalışan kişilerden sorumluydu. Postanenin sorumluluğu Theisz adlı bir işçideydi. Bütün çalışanların maaşı derhal yükseltildi ve çalışma saatleri azaltıldı. Komün’ün kurulmasının ardından bütün üst düzey yöneticiler kaçtı ve bütün kurumların, dolayısıyla Komün’ün yönetimi işçilerin eline geçti.
Darphanenin sorumluluğunu ise deneyimli işçi Camelinat yüklendi ve para ve posta pullarının basımında tarihe geçecek işler başardı. Hastaneler ise eski tüfek devrimci Treilhard eliyle yeniden örgütlendi ve altyapısı güçlendirildi. Mali departman, katip ve muhasebeci Jourde’nin yönetimindeydi. Bu komisyonda ayrıca enerjik bir ajitatör işçi olan Varlin de vardı ve Ulusal Muhafızlar ve savaş giderleri de dahil bütün kurumların ödemelerinden sorumluydu. Bütün departmanlar işçiler tarafından yönetiliyordu ve herkes işçi maaşı alıyordu.
Başında Causeret’nin bulunduğu savaş departmanı, en kötü yönetiliyor gibi görünen departmandı. Buradaki herkesin savaşa ilişkin farklı fikirleri vardı ve topların nasıl kullanılacağına ilişkin şiddetli tartışmalar nedeniyle pek çok sıkıntı yaşanacaktı. Yanlış mühimmatlar dağıtıldı, önemli görevler boş kaldı ve komiserlikler başarısız biçimde örgütlendi. Barikatların kurulmasında da stratejik plan eksikliği nedeniyle hatalar yapıldı. En büyük sıkıntı ise departmanların görev tanımlarının muğlaklığının, yetki aşımına ve karışıklıklara neden olmasıydı. Bu durum özellikle savaş ve kamu güvenliği (polis) departmanları arasında geçerliydi.

Kamu güvenliği departmanı, ateşli genç devrimci Raoul Rigault’nun idaresindeydi. Rigault deneyimsizdi ve bu türden bir görev için uygun değildi. Daha fenası, Rigault’nun yanında oldukça uçarı ve yangına körükle giden gençlerin bulunmasıydı. Birkaç yargısız infaz yapıldı ve bazı gazeteciler birkaç saatliğine de olsa gözaltına alındılar. Yine de Komün, bu departman üzerinden Komün’e karşı savaşanların eşleri ve ailelerine karşı asla ayrımcılık yapmadı ve “Komün’ün bütün yoksullara ve kimsesizlere verecek ekmeği var” sloganı hayata geçirildi.    
Kamu güvenliği departmanıyla adalet departmanı işbirliği içinde çalışıyordu. Bir gaz dükkanında saklı olduğu düşünülen silahlar aranırken dükkanın kasasına el konması vakasında, ilgili komisyon üyesi derhal görevinden azledildi. Para, 22 Ocak’ta Hotel de Ville’in yakılması emrini vermesi nedeniyle tutuklanan Gustave Chaudrey’nin üzerinden çıkacaktı. Adalet departmanı, tutuklama ya da gözaltı kararı verilmeden önce çok titiz bir soruşturma yürütülmesini sağlıyordu. Adalet departmanının bu konudaki titizliği, daha sonra, kamu güvenliği departmanıyla gerilime yol açacak ve Raoul Rigault istifası edecekti. Burada Rigault’nun bütün eksikleri yanında asla zalim bir uygulamaya imza atmamış olduğunu not düşelim. 

Dış işleri departmanı, esas olarak, çok uzun yıllardır ihmal edilen taşraya hizmet götürebilmek, diğer yandan da Versay’daki gerici rejimin, yalan ve propagandayla yapmaya çalıştığı etkiyi kırabilmek adına kurulmuştu. Ancak 18 Mart’ı izleyen günlerdeki hareketler Versay tarafından ezilince, Paris dışında çok az ajitasyon yapabilecekti. Departman, belli yerlere temsilciler yolladıysa da, burada meçhul Parislileri tanıyan yoktu. Komün’ün yegane şansı, büyük taşra kentlerinde silahlı halkı örgütlemek yoluyla Versay rejimine karşı bir denge ve oyalama durumunu ortaya çıkarmaktı ancak harekete dönük inanılmaz bir ilgisizlikle karşı karşıya kalmışlardı. Yine de söylemek gerekir ki, departmana ayrılan 100.000 franklık bütçe, bütün bunları başarmak için oldukça yetersiz bir bütçeydi.      

Eğitim departmanı, okullarda dini tedrisatı ve sembolleri kesinlikle yasaklamakla birlikte, yeni tedrisat dönük olarak hazırlık aşamasından ileriye geçemedi. Komün'ün ilk ve orta öğretim için bir şema hazırlamış olduğu tahmin ediliyor ancak buna ilişkin geriye herhangi bir iz kalmış değil. Elise Réclus ile Benoit Gastineau, Ulusal Kütüphane'yi harika şekilde idare ettiler; Ressam Gustave Courbet ise bir sanatçılar komitesiyle birlikte müzeler ve resim galerilerinden sorumluydu. Paris semt yönetimlerinin bir kısmı ise eğitim departmanından daha aktifti. Bunlardan biri, kendi başına inisiyatif alarak çocuklar için ücretsiz giyecek ve beslenme hizmeti veriyordu. Bir diğeri ise yaptığı harika deklarasyonda, Devrimci Komün okulunda çocuklara, insanları sevmeyi, adaleti sevmeyi ve kendilerini geliştirmeyi, ancak bunu bireysel gelişim olarak değil, "bütün insanların çıkarına olacak şekilde" gerçekleştirmeyi öğretme göreviyle mükellef olduğunu açıklıyordu. Aynı zamanda öğretmenler ise "fiziksel, ahlaki ve entelektüel olgulardan hareketle deneysel ve bilimsel yöntemi" hayata geçiren bir eğitim tarifi yapıyorlardı.  

En fazla çalışan ve 18 Mart devrimiyle vücut bulan sosyalist ilkelerin ruhuna en fazla üfleyen departman, kesinlikle, Avusturyalı yoldaş Leo Frankel başkanlığındaki "Emek ve Mübadele" delegasyonuydu. Bu departman, emek koşulları ve işverenler ile işçiler arasındaki mevcut her türden iş ilişkisi ile ilgili bilgileri derleyip toplamak üzere sistematik biçimde işe koyulacaktı. Departman aynı zamanda gümrük vergilerinin gözden geçirilmesi ve mali sistemin dönüştürülmesiyle de görevliydi. Departmanın yayınladığı rapor, Komün Devrimi'nin "istihdam dışı kalmış işçilere her türlü destek garantisi veren bir toplumsal örgütlülüğün" hızla kurulması iradesinden hareketle rehin eşyaların yoksullara dağıtılması ve bütün tefecilik ve rehin faaliyetlerinin yasaklanmasını öneriyordu. Komün, işçileri sermayenin sömüründen kurtaracağını ilan etmişti. 
Emek departmanı ayrıca fırıncılar için gece mesaisinin yasaklanmasını ve işçilere verilen para cezalarının ve maaş kesme cezalarının yasadışı olduğunu ilan edecekti. Komün, kullanılmayan fabrika ve atölyelere el konulmasına ve kooperatif temelinde işletilmek üzere işçi sendikalarına devredilmesine hükmetti. Bu hüküm her ne kadar kısmen detaylandırılmışsa da, tarihte ilk defa kapitalist sınıfın üretim araçlarına işçi sınıf tarafından el konulmasının ilanı oldu ve bu nedenle de yeni bir çığır açtı. Ne yazık ki koşullar bunun hayata geçmesine izin vermeyecekti.

Peki, Komün süresinde Paris nasıl bir şehir görünümündeydi? Sakin, barışçıl ve dahası neredeyse hiç suçun işlenmediği bir şehir. Bu son olgu konusunda dost düşman hemfikirdir. Komün'e en ufak bir sempati duymayan orta sınıf İngilizler bile, Devrim idaresinde geçen iki ay boyunca Paris'teki güvenli hal ve düzene istemeyerek şahit olmuşlardı. O meşum "düzen"in olduğu zamanlarda, saldırı, fahişelik ve gasp vaka-i adiyeden sayılırken, Komün zamanında şehrin bir ucundan diğerine, gece ya da gündüz, en ufak bir tacizle karşılaşmaksızın dolaşabilirdiniz. Versay rejiminin yayın organları, her gün Parislilerin katledilmeleri için çağrı yaparken, devrimci yayınlarda ise kana susamış tek bir sözcük duymak bile imkansızdı. Artık Hıristiyan ibadetinin bir tür saçmalığa çevrildiği, kimsenin inanmadığı ve halkı cahil ve itaatkar kılmanın bir aracından başka bir şey olmayan kiliseler kapatıldı; artık İsa'nın değil Devrimci Sosyalizm'in sözlerini yayan hatiplerin konuştuğu kızıl bayraklı kürsülerin bulunduğu kamusal salonlara çevrildi. İçeride ise ilahiler değil devrimci marşlar çınlıyordu. Kral ve imparatorun edepsiz ve fiyakacı ahlaksızlık yuvası, bundan böyle halka bedava konserler sunan bir kültür merkeziydi. İşte Komün'ün yerel yönetimi bu şekildeydi!

Çeviri: Soner TORLAK

THE PARIS COMMUNE, Ernest Belfort Bax, 1894. 


Porto Alegre Deneyimi (Mutlu ARSLAN)

Son yıllarda adını giderek daha az duysak da, 2000’li yılların ortalarına değin yerel yönetimler ve demokrasi dendiğinde akla ilk gelen örneklerden birisi Porto Alegre idi. Brezilya’nın en Güney eyaleti Rio Grande do Sul'un başkenti olan Porto Alegre’yi bu denli popüler yapan, 1988 yılında gerçekleştirilen Belediye seçimleri sonrasında şehirde uygulanmaya başlayan “Katılımcı Bütçe” deneyimi oldu. Bu deneyim, Porto Alegre’deki demokratik süreçlerin gelişimini etkilediği gibi, İşçi Partisi’nin tüm Brezilya çapında iktidara yürüyüşünde de önemli bir katkı yaptı.

1964 yılında gerçekleştirilen askeri darbeyle iktidara gelen askeri cuntanın 1985 yılında yönetimi sivillere devri sonrasında hazırlanan 1988 Anayasası’nın ardından yapılan yerel seçimler, katılımcı bütçenin filizlendiği dönem olarak kabul edilir. Anayasanın Brezilya’yı oluşturan 26 eyalete tanıdığı mali ve idari haklar, parti programında belediye kararlarını demokratikleştirmeyi ve belediyeleri halk konseylerine dayalı olarak yönetme gibi hedefler bulunan İşçi Partisi için önemli bir propaganda imkanı sağladı.

Halkın yerel yönetimlere katılımını sağlama hedefiyle yürütülen seçim çalışmalarının başarıyla sonuçlanmasının ardından, İşçi Partisi, Porto Alegre genelinde geniş çaplı mahalle toplantıları düzenleyerek seçim vaadini hayata geçirme yolunda önemli bir adım attı. Mahalle dernekleri aracılığıyla gerçekleştirilen geniş katılımlı toplantılarda halk, onyıllardır talep ettikleri yatırımlar için karar alabiliyorlardı. Çeyrek asır süren cuntanın baskıcı siyasal sistemi ardından birdenbire filizlenen bu demokratik katılımcı anlayış, kısa sürede geniş kitleleri seferber etmeyi başardı.

Katılımcı Bütçe

Halk bu toplantılarda Belediyenin seçim vaatlerini yerine getirmesini ve daha önceki yerel yönetimler tarafından yüzüstü bırakılan mahallelerinin iyileştirilmesine yönelik çalışmalara hemen girişilmesini talep ediyordu. Ama belediyenin tüm bunlar için kaynakları ve bütçesi yeterli değildi. O yüzden ilk olarak bir yerel vergi reformu yapıldı. Bu reformun tartışılması ve uygulanması tamamıyla yerel meclislerin katılımıyla hayata geçirildi. Reformun etkinliğini sağlayan şey de bu katılımcı tarzıydı. Böylece, bir yanda ilk kez sıradan yurttaşların belediye yönetimine doğrudan katılımı sağlayan siyasi ortam hazırlanırken diğer yandan da burada alınan kararların uygulanabilirliğinin koşulları oluşturuluyordu.

Belediye, kaynak düzenlemesinin ardından halkın karar aldığı yatırımları gecikmeli de olsa yerine getirmeye başladı. Fiiliyatta, yapılan çalışmaların niteliği ve türü, her kesimdeki bilinci ve onun örgütlenme derecesini ifade ediyordu. Taleplere verilen bu somut cevabın etkisi muazzam oldu. Kent, yavaş yavaş belediyenin, gerçekten yurttaşların kararlarını en önemli kaynak olarak gördüğünün bilincine vardı. Yönetim tarzında, yepyeni bir “olgu” doğmaktaydı. Bu olgu, bir yandan seferber olmuş fakir bir sosyal tabandan kaynaklanan kararların somutta gerçekleşmesi, diğer yandan da belediye yönetiminin saydamlığıydı. İlk yıldan itibaren, belediye hiçbir yurttaşı ideoloji veya particilik sebebiyle hor görmediğini açıkça göstermek için ısrarlı bir çabaya girişti. Sürekli olarak açık bir sürecin sözkonusu olduğunu, her yurttaşın gerekli gördüğü yatırımların savunucusu olabileceğini hatırlattı.

Tüm bu uygulamalar soyut bir anlayışla değil, kurumsallaşmış bir yapılanmayla kendini göstermekteydi. 16 coğrafi bölgede tam katılımlı mahalle toplantıları üzerine inşa edilen yapı, aşağıdan yukarıya güçlü bir zincir oluşturmaktaydı. 16 ilçenin her birinde beş farklı temada komisyonlar kurularak her bir sorun ayrı olarak tartışılıyordu. Bu komisyonlar: 1) Ulaşım ve trafik; 2) Sağlık ve sosyal yardım; 3) Eğitim, kültür ve dinlence/eğlence; 4) İktisadi kalkınma ve vergi; 5) Kent örgütlenmesi ve kentsel gelişim. Bu komisyonlar vasıtasıyla ihtiyaçlar ve öncelikler sıralanarak belediyenin çalışma programı ortaya konmaktaydı. Ortaya konan bu taslak program tekrar halka götürülüyor ve bir kez daha görüşülüp ardından nihai hali verilerek uygulamaya koyuluyordu.

Katılımcı Bütçe anlayışının kazandığı başarı, İşçi Partisi’nin ülke çapında siyasal etkinliğin artmasına yol açtı. İşçi Partisi, Porto Alegre’de 2004 yılında kadar belediye seçimlerinden zaferle ayrıldı. Dahası Katılımcı Bütçe anlayışı İşçi Partisi seçimleri kaybettikten sonra da uygulanmaya devam etti. Ne var ki uygulama, aradan geçen yıllarda ilk günlerdeki katılımcı heyecanından oldukça uzaklaştı. İşçi Partisi’nin belediye ve eyalet yönetimiyle iç içe geçmesi, zamanla mahalle temsilcilerinin de “kurumsallaşmasını” beraberinde getirmiştir. Kurumsallaşma sanılanın aksine yurttaşların aktif katılımına dayalı bu sivil girişimin giderek “devletlileşmesine” neden olmuştur.

Deneyimin Önemi

Porto Alegre siyasal bir devrimin ve radikal bir kopuşun ürünü değildi. Bu yüzden kimi zaman Birleşmiş Milletler’in örnek belediyecilik anlayışı, kimi zaman da neo-liberal iyi yönetişim zihniyetinin ileri bir uygulaması olarak gösterildi. Katılımcı Bütçe anlayışı hem Güney Amerika’da hem de Avrupa’da pek çok belediyede farklı şekillerde icra edildi.

Porto Alegre’de uygulanmaya çalışılan Katılımcı Bütçe modeli kuşkusuz mükemmel işleyen steril bir uygulama da değildi. Bununla birlikte halkın şehir yönetimine aktif katılımını mümkün kılan önemli bir adımdı. 1990’lı yıllarda rakipsiz bir zafer yaşayan neo-liberal hükümranlığın her türden apolitisizmi karşısında kökenleri Komün ve Sovyet deneyimlerine dayanan bir demokratik katılımcı anlayışın hala mümkün olduğu fikrini ve gerçeğini hayatta tutuyordu. Bu deneyim ne salt bir halk katılımı biçimi geliştirmekle, ne de basitçe biçimsel demokrasinin mekanizmalarını “daha iyi çalıştırmakla” yetiniyordu. Çok daha ileriye giderek, sıradan yurttaşların, yasama ve yürütme gücüyle yan yana durdukları ve birbirleriyle karşılaştıkları yepyeni bir kamusal alan yaratarak, siyasi eylemin demokratikleşmesinden oluşan bir yanıt getiriyordu.

Bugünden bakıldığında Porto Alegre’deki Katılımcı Bütçe deneyimi, uygulamanın başarılı sonuçlar verip vermemesinin çok daha ötesinde anlamlar ifade ettiğini vurgulamamız gerekmektedir. Bu deneyim, neo-liberal yağmacılığın en güçlü olduğu dönemde, kamusal kaynakların halkın geniş kesimleri çıkarına kullanılması gerektiği ahlakını; teknokrat yöneticilerin tüm yaşantımızı yönlendirdiği bir dünyada halkın demokratik katılımında ısrar etme erdemini gösterebildiği için bile çok önemli bir mihenk taşı olarak durmaktadır. Porto Alegre’nin bu demokratik deneyimi, 2000’li yıllarda alternatif küreselleşme hareketine, dünya sosyal forumlarına önemli bir dayanak oluşturmuştur. Bugün Dünyanın dört bir yanında kentine sahip çıkmak için sokakları dolduran yüzbinlerce kent isyancısı Porto Alegre’deki bu mütevazı deneyime önemli şeyler borçludur.

PORTO ALEGRE: FARKLI BİR DEMOKRASİ UMUDU, Marion Gret, Yves Sintomer, İthaki Yayınları, 2004.

Kent ve İktidar (Kansu YILDIRIM*)


Paris Komünü’nden bugüne kentler, iktidarı hedefleyen, iktidar bloğu içerisinde çatlak yaratmak isteyen veya sisteme alternatif bir örgütlenme modeli deneyimleme arzusunda olan muhalif kesimler için özel bir öneme sahiptir. Kentler, imara açılmış yerler, parklar, yollar ve kanalizasyon sistemlerinden oluşan, üst üste bindirilmiş binaların kümelendiği alanlar değildir. Üretimin, tüketimin, bölüşümün ve dolaşımın, buna paralel, eşitliğin ve eşitsizliğin, rekabetin ve ortaklığın iç içe geçtiği yeniden-üretim mekânlarıdır. Daha doğrusu, kapitalist üretim ilişkilerinin ideolojik, ekonomik ve siyasal düzeylerde devamlılığı için gerekli canlı ve cansız varlıklara ev sahipliği yapan ünitelerdir. Bu perspektif doğrultusunda kentler, sınıf karşılaşmalarının ve çatışmalarının alanıdır ve kentlerin yönetilmesi işi, toplumsal sınıflar için öncelikli bir gündemdir. Bu da Marksizm içerisinde mekân-iktidar ilişkisinin özgül bir boyutunu oluşturur.

Çelişkilerin Sahası

Friedrich Engels “Konut Sorunu” eserinde Marksist kent biliminin yapıtaşlarını döşemiştir. Kırdan kentlere göç etmeye başlayan işçi ve ailelerden oluşan “artı nüfusun” konut kıtlığı ile paralel arttığını belirten Engels, varsılların ile yoksulların yaşam alanları arasında temas noktaları bulunmadığının üzerinde durur. 1800’lerin ortasında Londra, Paris, Liverpool ve Berlin gibi kentlerde eşzamanlı gözlenebilen bu süreç, gelir düzeyi yüksek sınıfların gözde mekânlar ve yapılar için yoksulların yaşam alanlarını tasfiye etmesini beraberinde getirmiştir. Çünkü kentler ticaret sermayesinin gelişimi için gerekli olan emek-gücünü, lojistik desteği ve pazarı, burjuvaziye doğrudan veya dolaylı sunar. Sermayenin kent ölçeği üzerinden büyümesi ve sermaye birikiminin hızlanması, şüphesiz, işçi sınıfının sömürülmesi ve mülksüzleştirilmesi anlamına gelir.

“Kapitalizmin mezar kazıcılarının” yığın olarak yaşadığı, sömürü ve mülksüzleşmeden kaynaklı devrim potansiyelinin kuvvetlendiği kentlerde, Henri Lefebvre’ye göre sermaye sınıfları bu “tehdit”i fark etmişlerdir. Emekçi sınıflar kentlerde öz-yönetim pratikleri oluşturmaya çalışırken sermaye de tahakküm kapasitesini kent üzerinden geliştirmiş ve genişletmiştir. Sermaye birikim süreçlerinin ve hegemonya projelerinin tatbik alanı olan kentler, sermayenin varlık sebeplerinin sürdürülebilirliği için garantör mekanlara dönüşmüştür. “Survival of Capitalism” eserinde Lefebvre, Marx’ın “Kapital”i yazdığı dönemden bugüne sermayenin mekânları denetleyerek ve kontrol ederek büyümesini gerçekleştirdiğinden bahseder. Mekân üzerinde kurulan hâkimiyet, mekânların metalaştırılmasının önünü açar. Metalaşan mekânlar, sınıflar için aynı zamanda davranış pratiklerinin üretildiği savaşların izlerini taşır. Bu nedenle üretim sürecinin karmaşıklaştığı, işbölümünün derinleştiği ve yaygınlaştığı kentlerde sınıf mücadelesi sürekli vardır ve cereyan eder. Çok bileşenli bu mücadele de Lefebvre’nin eksik noktası, hem ekonomik hem de siyasal düzeyde kentlerin ideolojik yeniden-üretimdeki yerinin kavranılmasında belirir.

Kent Hakkı

Manuel Castells “The Urban Question” eserinde ve Lefebvre eleştirilerinde bu boyutun üzerinde durur. Castells, Lefebvre’nin kent toplumunu sanayi toplumunun yerine ikame eden bir hattan ilerlediğini, üretim biçimini kent toplumuna endeksleyerek sınıfın nesnel konumunu dar bir ölçekten değerlendirdiğini söyler. Çünkü Lefebvre “gündelik hayatın eleştirisi” temasında “sınıfın öznelliğine” odaklanarak, buradan genel bir sınıf ilişkisi çıkarsaması yapar. Kent mücadeleleri, sınıf mücadelelerinin yerini tutmaya başlar. Castells’in bu gözlemine göre Lefebvre’nin tespitleri “proletarya veda etmenin” farklı bir sürümüdür. Burada Althusser’e yüzünü dönen Castells, kent mekânlarını “toplumsal yapının bir ifadesi” olarak, “ekonomik sistemin, siyasi sistemin ve ideolojik sistemin kombinasyonları” olarak benimser. Haliyle bu tip bir kombinasyon, kent mekânı içindeki mücadeleleri, çatışmaları ve toplumsal hareketleri yoğunlaştırır: Bu ilişkilerin karmaşık yapısından kaynaklı kentsel krizler, “üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin özel bir görünümüdür”.

Castells ve Lefebvre’nin görüş ayrılıklarına karşı mutabık kaldığı bir nokta vardır. Andy Merrifield’ın belirttiğine göre “belirli bir mekân teorisi yoktur” fikrinde iki isim benzer düşünmektedir: “Belirli bir mekânsal biçimin, mekânın ve onu diğerleriyle tarihi olarak verilen biçimler ve süreçlerle eklemlenmesinin özelliklerini izah edebilmek için bir toplumsal yapının teorisinin tanımlanması gereklidir”. Söz konusu toplumsal yapının teorisi, belirli bir siyaset biçimini ve pratiğini de içerir. Bu bağlamda, Lefebvre’nin geliştirdiği “kent hakkı”,  “bir çığlık ve talep” gibi “dönüştürülmüş ve yenilenmiş kent hayatı hakkı”nı ifade eder. Lefebvre, Paris Komünü’ne geri dönerek Komün’ün hem ölçek itibariyle, hem de hizmetlerin organizasyonu açısından “devrimci kentçilik anlayışının” ilk örneği olduğunu, “kentlerin insanoğlunun gerçekliğinin bir ölçüsü ve normu olarak kendisini gerçekleştirmenin görkemli ve üstün çabası” olduğundan bahseder. Bu minvalde kent hakkı, belirli bir mekân üzerindeki emekçilerin ve halk kesimlerinin yönetim süreçlerine aktif ve dolaysız katılımını hazırlayan bir haktır. Hakkın içeriği iktisadi biçimde tanımlanacak olursa, David Harvey’in ifadesiyle, kentlerde ortaya çıkan “artı ürünün üretimi ve kullanılması üzerinde demokratik denetim” demektir. Bu hak, bireysel ya da sosyal hak kategorilerinden farklıdır çünkü yönetime talip ve ortak olma süreçlerini içermesinden ötürü kolektif hak kategorisine sokar. Kent ölçeğindeki tüm sınıflar yahut “kent sakinleri” bu kolektif hakkın öznesidir. Talepleri duyulmayan ve yönetim pratiklerine dolaysız katılım imkânı bulunmayan farklı toplumsal sınıflar, kent hakkı aracılığıyla kent üzerindeki iktidar mücadelesine davetlidir. Bu da görüleceği üzere kolektif hakkın öznesi olarak kolektif özneyi ve onun pratiklerini gündeme getirir.

Kolektif öznenin kentleri sahiplenmesini bir tür kendi kaderlerini tayin hakkı olarak da görebiliriz. Çünkü Harvey’in belirttiği gibi, sermaye güçleri ve müttefikleri birikim açısından kritik rol oynayan kentlerin yönetimi ve kentsel düzenlemeler için çok farklı araçları devreye sokar. Bunun sebebi, kentsel süreçler ve nüfusun tamamı üzerinde ideolojik, siyasi ve ekonomik hâkimiyet kurma ihtiyacıdır. Sömürü koşullarını arttıran ve kentsel dönüşüm süreçleri ile mülksüzleşenlerin sayısını çoğaltan sermayenin kent üzerinde kurduğu iktidar, ezen-ezilen ilişkisindeki konumları kalıcılaştırır. Buna karşı koymak, kent üzerinde dile getirilen bir iktidar perspektifi ile yola çıkmak, egemen sınıfların arzuladığı sınıf ilişkileri kompozisyonunu dağıtacağı gibi, yeni tip toplumsal üretim ilişkilerinin gerçekleşmesi için gerekli zemini sağlar.

*Kampfplatz Dergisi Yayın Kurulu


ASİ ŞEHİRLER: ŞEHİR HAKKINDAN KENTSEL DEVRİME DOĞRU, David Harvey, (Çev.) Ayşe Deniz Temiz, Metis, 2013.

Yeni Bir Halkçı-Devrimci Yerel Yönetim İçin (Ali ERGÜL)

Ahmet Kerim Gültekin ve İbrahim Gündoğdu’nun yayına hazırlamış olduğu Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler: Umut ve Mücadele Mekânlarından Deneyimler kitabı, alternatif yerel yönetimlerin nasıl mümkün olduğunu ortaya koyan bir çalışma. Bu çalışma 3-4 Aralık 2011 tarihinde Ankara'da gerçekleştirilmiş olan Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerden derlenmiştir. Sempozyuma katılmış akademisyen, yerel yöneticiler ve siyasetçilerin “Başka bir yerel yönetim mümkün mü?” sorusuna aradıkları cevaplar üzerine kurulmuş bir kitap olması bakımından, geniş katılımlı bir imece niteliğindedir.
Sağ yerel yönetim kendini sürekli olarak bayındırlık hizmetleri üzerinden kurmuştur. Bu kuruluş ve “devletçi sol”un bu algıya yaptığı katkıyla birlikte, belediyecilik artık kanalizasyon, yol, kaldırım hizmetine karşılık gelen bir tanıma hapsolmuştur. Bayındırlık çalışmaları dışındaki faaliyetler de genellikle halkın eşit yararlanacağı şekilde değil partiye üye ve oy kazandırma çalışmaları olarak kendini var etmiştir. Bu hizmetlerden yararlanmak isteyen kişi veya kişiler ya parti üyesi olmak zorunda bırakılmış ya da oy verme sözü alınarak bu hizmetlerden yararlanabilmişlerdir.

Devrimci-halkçı yerel yönetim yöntemleri konusunda elbette ki çok şey söylenebilir. Fakat önce, halkın “sol” belediyecilik konusunda bildiği birçok şeyin eksik olduğunun altı çizilmelidir. 1999 öncesi akla gelen ilk devrimci-halkçı yerel yönetim örneği Fatsa Belediyesi ve Belediye Başkanı Terzi Fikri'dir. Terzi Fikri ve arkadaşlarının Fatsa'da uyguladığı sistem o döneme kadar ki bütün sağ ve “devletçi sol”un bütün yerel yönetim anlayışlarının reddi üzerine kurulmuştu. Fakat bu örnek ne yazık ki sadece sol içerisinde bilinmektedir. Genel olarak 1999 öncesi sol yerel yönetim denilince geniş kitleler tarafından sadece “devletçi sol” yönetimler anlaşılmaktadır. Bu algı bir bakıma solun geniş kitlelere temas etmesi önünde en büyük engeli teşkil etmektedir.

Bu bakımdan neo-liberal politikalara karşı yeni, alternatif bir politikaya ihtiyaç vardır. Sol bu politikayı “iktidar temelli bakış açıları”nın reddi üzerine kurmak zorundadır. Yönetimlerin “iktidarlaşması” aynı zamanda rant, rüşvet ve yolsuzluk ağlarına girmeyi ifade etmektedir. Bu bakımdan iktidarlaşma önünde yeni modeller geliştirme ihtiyacı öncelikli durumdadır. Örneğin tekçi başkanlık sisteminin reddi bu noktada önemli bir yer tutmaktadır.

Devrimci-halkçı yerel yönetim modelinin doğru bir şekilde ortaya konulabilmesi için bütün örneklerin daha özenli bir şekilde incelenmesi bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır. Bu bakımdan kitapta hem uluslararası hem de yerel örneklere yer verildiğini anımsatmak isteriz. Bilindiğinin aksine bugün 100'ün üzerinde belediyenin Fatsa örneğini model alıp bu yönde çalışmalarını yürütmekte olduğunu iddia edebiliriz. Bu bakımdan kitap, güncel yerel yönetim deneyimlerini görmek bakımından bir başucu kitabı niteliğinde.
Kitapta yer alan Halkçı Yerel Yönetimler’in ilkeleri dikkate alındığında BDP Belediyeleri, ÖDP Belediyeleri ile CHP Belediyeciliği’ne alternatif CHP Belediyeleri (Çanakkale Belediyesi, Dikili Belediyesi, Nilüfer Belediyesi v.b.) halkçı yönetim politikalarıyla Terzi Fikri ve arkadaşlarının deneyimlerini yeni bir boyuta taşımak için gayret göstermektedirler. Buna karşılık belediyeyi bayındırlık ve rant olarak gören belediyelerin politikalarına kontrolsüz bir şekilde devam ettirdiklerini söylemek mümkündür. Buradaki temel nokta “iktidarlaşma”ya karşı duruştur.
Kitapta yer alan devrimci-halkçı yerel yönetim örnekleri de göstermektedir ki, bu modelin yaşamla teması mümkündür. Bu imkânlılık hali üzerinden yeni bir dile ve dayanışmaya ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu sayede yaşam alanının tekrar dizaynı ve eşit ve engelsiz kentler yaratma imkanı üzerinde durulmalıdır. Bu örneklerin çoğaltılıp var olan örneklerin tekrar dizaynı üzerinden bir tasarıma gitmekle, var olan neo-liberal politikaların önüne geçilebilir.

Kitapla Bağlantılı Olarak Yeni Bir Dil: Şehir Senin

“Şehir Senin” sloganı neo-liberal politikalara karşı üretilen en yaratıcı ve en kısa slogan olarak düşünülebilir. Sağın ve “devletçi sol”un gözünü kapattığı, dillendirmediği devrimci-halkçı yerel yönetimi uygulayan belediyeler, Fatsa deneyimiyle sınırlı kalmayıp siyasi nedenlerden dolayı baskı altında olan bu belediyelerin eksiklerini gören ve bu yönde bir model geliştiren, atıflarını okuyabilen bir yerden halka seslenen “şehir senin” fikri, cumhuriyet tarihinden beri dışarıda bırakılmış ötekiyi kapsayan bir dil olmuştur. Merkez çevre ilişkisinde çevreden yana olan ama merkezi de gören/kapsayan yeni bir dile karşılık gelmektedir. Yöneten-yönetilen ilişkisinden farklı bir dil oluşu onun farklılığını ve yeniliğini göstermektedir. Bu açıdan bir seçim zaferi üzerine kurgulanmamış olması, bu dilin sistem partilerine dönüşmek zorunda bırakılışı bakımından kıymetli olduğunu söylemek mümkündür. Bazı partilerin ilk kez LGBTT’ bireylerin aday göstermesi bu değişime örnek gösterilebilir. Yine yerelden kentin yönetimi dili her geçen gün bir çok partide dillendirilmektedir. 

Bu bakımdan kitap devrimci-halkçı yerel yönetimlerinin mümkün oluşunu teorik ve pratik örnekleriyle ortaya koyuş bakımından kapsamlı bir çalışmayı ortaya koymaktadır.

Son not niteliğinde: Militarizmin mekân kurgusu ve tasarımıyla sadece son 30 yılda kolluk kuvvetlerince hedef alınan ya da hedefte bırakılan 570 çocuğun yaşam hakkı ihlali gerçekleşmiştir. Bu bakımdan kentlerin tekrardan dizaynı bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır. Bu açıdan Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler’de ısrar çocuk yaşam hakkı ihlalleri karsısında bir duruşu da ifade etmektedir. Ancak bu sayede Berkin'ler sokakta oynayabilir.



DEVRİMCİ-HALKÇI YEREL YÖNETİMLER: UMUT VE MÜCADELE MEKÂNLARINDAN DENEYİMLER, (Der.) Ahmet Kerim Gültekin, İbrahim Gündoğdu, Patika Kitap, 2013.