Edebiyatımızda Eleştirinin Serüveni (Kevser PEKER)

Kimse yoktur ki ortaya koyduğu eser hakkında başkalarının düşüncelerine ihtiyaç duymasın. Eğer bir eser oluşturulup belli bir topluluğa sunulmuşsa o artık yaratıcısıyla sınırlı kalmaz, ona ulaşan herkesle bir bağ kurar. Kurduğumuz bu bağlar neticesinde ise o eser üzerinde söz söyleme ihtiyacı hissederiz. İşte tam da burada “eleştiri” devreye girer. Hayatımızın her alanında olan eleştiri, edebiyatta kendini bir eserin kişisel zevklere veya belli estetik prensiplere göre sistemli değerlendirilmesiyle gösterir. Bizim edebiyatımızda da eleştiri Tanzimat döneminden itibaren oluşmaya başlamış ve güçlenerek devam etmiştir. Cumhuriyet sonrasında eser veren eleştirmenlerden birkaçına değineceğim bu yazı, sözü geçen eleştirmenler aracılığıyla eleştiri anlayışımızın da ufak bir özeti sayılabilir belki.

Ülkemizde her şeyde olduğu gibi eleştiri anlayışında da temelde bir çatışma yatar ve eleştiri iki koldan yürür. Bu kollardan biri öznel/izlenimci eleştiri diğeri ise nesnel/bilimsel eleştiri olur. İzlenimci eleştiri dediğimizde aklımıza gelen ilk isim şüphesiz Nurullah Ataç olacaktır. Eleştiriyi bir sanat olarak gören Ataç, eleştirmeni de bir sanatçı olarak görür. Ona göre bilimsellik eleştiride barınamaz, bilimsellik ancak edebiyat tarihinde olabilir. Bu anlayıştan dolayı Nurullah Ataç’ın eleştirmenliği kendi beğenileri üzerine kurulmuştur. Kendisi de eleştirilerini yazarken temel ölçütünün o eserden hoşlanıp hoşlanmaması olduğunu söyler. Çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığı yazıların bir araya getirilmesinden oluşan Sözden Söze adlı eserinde kendi eleştiri anlayışını anlatan yazar, aynı zamanda o dönemin edebiyat ortamını ve yazarlarla olan çekişmelerini de konu edinir. Kitapta yer alan “Edebiyat Alemi” isimli yazısında dönemin genç edebiyatçılarının, yaşayan büyük yazarlara saygılı olmadığını ve eleştiriye tahammülsüz olduklarını anlatır. Eleştiriye dair görüşlerini burada yineler ve eleştiri bir sanat eseridir,  bir şey öğrenmek için değil zevk almak için yazılır der.

Türk edebiyatı için dönüm noktası olan 1950’li yıllar eleştiri anlayışında da çeşitliliği getirir. Öznel eleştirinin çöküşe geçtiği dönemde akademik çevreler ve edebiyat dergileri bilimsel eleştirinin gelişmesinde etkili olur. Bu dönem eleştirisinin temel noktası metnin çoğul okuma yöntemiyle incelenmesidir. Yani eleştirmenler yazara bakıp metni yorumlamaktan kaçınır ve artık metne bakarak metni yorumlamaya, o metni farklı farklı yönleriyle çözümlemeye girişirler. Yapıta yönelik eleştirinin güç kazandığı bu anlayışta karşımıza çıkan önemli isimlerden biri Adnan Benk olur. Benk, kendinden önceki eleştiri anlayışını -özellikle Nurullah Ataç’ı- sert bir şekilde eleştirerek; bir eserin kendi üzerlerinde bıraktığı etkiyi anlatanlar o eseri bir araç haline getirmişlerdir ve onların esas amacı kendilerinden söz açmaktır, der. Yazar, eleştiriye dair hiçbir kuramı tanımayan öznel eleştirmenlerin, yeterli bilgi birikimine sahip olmadıklarından bilimsel eleştiriyi de anlayamayacaklarını söyler. Edebiyat dışında müzik, sinema, plastik sanatlar gibi birçok sanat dalıyla da ilgili olan Benk’in, bu alanlara dair görüşleri Eleştiri Yazıları 1 ve Eleştiri Yazıları 2 kitaplarında toplanmıştır. Bu yazılarda toplumcu gerçekçilikten, İkinci Yeni’den, edebiyat ödüllerinin dağıtılmasındaki seviyesizlikten ve diğer yazarlarla giriştiği tartışmalardan bahseder. Özellikle Eleştiri Yazıları 2 kitabındaki “Tenkit Dedikleri” yazısı, yazarın eleştiriye dair görüşlerini net bir şekilde yansıtması bakımından önemlidir.

Nesnel eleştiri anlayışının sıkı temsilcilerinden biri de 1993’te Sivas’ta katledilen aydınlarımızdan Asım Bezirci olur. Bezirci nesnel ölçütlere, somut verilere dayanan, yöntemli bir eleştiriden yana olur. Onun eleştirilerinde yüzeysel değerlendirmelere, gerekçelendirilmemiş beğenilere rastlamak neredeyse imkânsızdır. İkinci Yeni Olayı adlı kitabında İkinci Yeni’yi bütüncül bir anlayışla ele alarak akımın tarihçesini, kaynaklarını ve ürünlerini inceleyip uzun bir kaynakçaya, şiir örneklerine yer verir.

Nesnel eleştiri ile öznel eleştiri arasındaki çatışma, 1950’li yıllarda görülen çoklu okuma anlayışının da etkisiyle bireye dönük eleştiri ve topluma dönük eleştiri çatışmasına evrilir. Bu yıllarda edebiyatımızda benimsenen toplumcu gerçekçilik akımı eleştiride de kendini gösterir ve Marksist Eleştiri anlayışı yazarlarca kabul görmeye başlar. Yazarlar ortaya konan eserin, toplum sorunlarını sınıf çatışması düzeyinde işleyip işlememesine göre bir yargı bildirir ve eserin estetik yönünden ziyade gerçek yaşamla ilişkisi üzerinde durulur. Edebiyatımızda bu eleştiri anlayışının kurucularından biri de Fethi Naci olur. Fethi Naci’ye göre eleştirmen okuyucuya yol göstermelidir, onu sanat sorunları üzerine düşünmeye zorlamalıdır. Naci, bir yapıtı eleştirirken estetik kaygıların tek ölçüt olmaması gerektiğini söyler. Ona göre toplumcu değerleri öteleyen, gerçekle bir bağı  bulunmayan edebi bir yapıt ne kadar estetik olursa olsun başarılı değildir. Fethi Naci, yazdığı 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme kitabında da bu görüşleri çevresinde roman nedir sorusundan başlar, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’tan 1980’li yıllara değin yazılan romanları Marksist bir bakış açısıyla değerlendirir. Roman kahramanlarının olaylara karşı verdiği tepkileri irdeleyerek günlük hayatta aynı olay yaşandığında ne tepki veririz bunu kıyaslar ve romanın gerçekle bağını bulmaya çalışır. Ona göre roman toplumsal bir üründür bu yüzden her türlü toplumsal vak’a romana yansımalıdır.

Edebiyat metinlerinin gerçek anlamda çoğul disiplinli okunması 1970’li yıllara rastlar. Daha önce bahsettiğim gibi eleştirinin gelişmesinde akademik çevreler önemli katkıda bulunur. Bu dönemde eleştirinin tam da ihtiyacı olan şey gerçekleşir ve edebiyat kuramları artık sistemli bir şekilde tanıtılmaya başlar. Kuramlar hakkında incelemeler yapan akademisyenler ele aldıkları eserleri tüm bu kuramlar ışığında incelerler. Bu anlayışın yerleşmesinde üç önemli akademisyen görürüz. Bunlardan biri Berna Moran olur. Moran, eleştiri yazısı yazarken amacını toplumsal eleştiri ile biçimsel eleştiriyi bağdaştırma olarak açıklar. 1972 yılında çıkardığı Edebiyat Kuramları ve Eleştiri kitabıyla o döneme kadar tartışılan birçok kuramı görünür hale getirir ve Batılı kaynaklardan yararlanarak detaylı bir tahlile girişir. Bu kitapta yapıtın dış dünyayla, yaratıcısıyla, kendisiyle ve okuruyla ilişkilerine göre kuramları tanıtır ve bu kuramlara da Türk edebiyatından örnekler vererek bahsettiklerini daha anlaşılır hale getirir. Kuram ve uygulamayı bir araya getiren bu eser, temel bir kaynak niteliğindedir.

Bahsedeceğim diğer yazarımız ise Yıldız Ecevit. Oğuz Atay, Orhan Pamuk ve Hasan Ali Toptaş gibi isimler üzerine yaptığı çalışmalarla eleştiri anlayışını yansıtan yazar, Berna Moran gibi “kafası karışmış okur”a yol gösterme amacı taşır. Özellikle postmodern anlayışı benimsemiş yazarlar ve eserleri üzerine çalışan Ecevit’e göre bu alan okuyucuya oldukça yenidir. Eleştirmen olarak kendisi bu yeni ve karmaşık yolu eğlenceli bir oyun gibi kurgulayarak okuyucuya vermek ister. O yüzden ona göre içerik eleştirisinden ziyade biçim ve kurgu eleştirisi yapmak önemlidir. Orhan Pamuk’u Okumak adlı kitabında Pamuk’un Yeni Hayat adlı romanını yapısalcı, biçimci, alımlamacı, toplumcu ve izlenimci eleştiri yöntemleriyle inceler. Tüm bu yöntemlerle ilgili kısa bir bilgi de verirken aynı metnin nasıl farklı yorumlayacağını da okura göstermiş olur.

Ele alacağım son yazarımız yine kıymetli akademisyenlerimizden biri olan Füsun Akatlı olacak. Felsefe kökenli olan yazar, yazdıklarını eleştiriden ziyade deneme olarak nitelendirir. Eleştiriye dair görüşlerini açıklarken değindiği en önemli nokta bir metnin asla tek bir yöntemle incelenemeyeceği olur. Örneğin; bir metin yalnız Marksist kuram ya da feminist kuramla incelenemez, olması gereken metne daha bütüncül bir yaklaşımla bakmaktır. Zamanı Yaşatan Roman/Zamana Direnen Şiir adlı kitabında bir romanı incelerken öncelikle ele aldığı metnin gerçekten bir roman olup olmadığını sorgulamakla işe başlar. Ardından eğer o bir romansa ne tür bir roman, bu roman yapısal bir bütünlük taşıyor mu, kaç bölümden oluşuyor ve roman bölümleri arasında bir bütünleşme var mı hepsini tek tek irdeler. İncelediği romanlarda; biçemi, roman kişileri ve mekânlarını, romanın toplumsal bir boyut taşıyıp taşımadığını inceler. Bunların yanı sıra Füsun Akatlı için kullanılan dil önemli bir yer tutar; varsa yazım yanlışlarını, yazarın kullandığı tutarsız ifadeleri de yazılarında mutlaka belirtir.

Yakın dönem eleştiri anlayışımıza baktığımızda özetle böyle bir tabloyla karşılaşıyoruz. Öznel bir anlayışla başlayan eleştiri serüveni çoklu okuma anlayışıyla ve bilimselliğin temel alınmasıyla daha da zenginleşerek okuyucuya kılavuzluk eden önemli bir kaynak haline geliyor.

GÜNLERİN GÖTÜRDÜĞÜ ve SÖZDEN SÖZE, Nurullah Ataç, YKY, 1998.
ELEŞTİRİ YAZILARI 1-2, Adnan Benk, Doğan Kitap, 2000.
100 SORUDA TÜRKİYE'DE ROMAN ve TOPLUMSAL DEĞİŞME, Fethi Naci, Gerçek Yayınevi, 1990.
İKİNCİ YENİ OLAYI, Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 2005.
EDEBİYAT KURAMLARI VE ELEŞTİRİ, Berna Moran, İletişim Yayınları, 2009.
ORHAN PAMUK’U OKUMAK, Yıldız Ecevit, İletişim Yayınları, 2008.
ZAMANI YAŞATAN ROMAN – ZAMANA DİRENEN ŞİİR, Füsun Akatlı, Boyut Yayın Grubu, 1998.



0 yorum:

Yorum Gönder