AKP’nin "Kronjurist" Adayı ve Eseri (Dinçer DEMİRKENT)

“Demokrasi, her şeyi uygun bir biçimde kendi kendine yapan ve yapamadıklarını temsilcileri aracılığıyla yapan, kendi yaptığı yasalarla yönetilen egemen halkın devletidir.” Bu sözler, Kamu Selamet Komitesi adına siyasal ahlak ilkeleri üzerine yaptığı konuşmada Robespierre tarafından sarf ediliyor. Bizim büyük liberal entelektüellerimizce Rousseau ile birlikte çoktan faşizmin atası ilan edilmiş Fransız devrimci Robespierre... Bu yazının girişine iki nedenle alındı. Birincisi yazının konusu bakımından temel oluşturan kurucu iktidar ve demokrasi arasındaki ilişkiyi çok iyi yansıttığı, ikincisi ise bu cümleyi Robespierre kurduğu için. Fransız Devrimi’ni hatırlamak, kurucu iktidar ve demokrasi kavramları söz konusu olduğunda kaçınılmazdır ve bu ikisini devrimle en çok bütünleştiren isim de Robespierre’dir.

Çağımızın radikal düşünürü Antonio Negri kurucu iktidar meselesini tartıştığı Ayaklanmalar (Insurgencies) adlı eserine “kurucu iktidar hakkında konuşmak demokrasi hakkında konuşmaktır” cümlesiyle başlar. Kurucu iktidarı yaratıcı çokluğun kalıcı üretkenliği ve sürekliliğiyle ilişkilendiren Negri, temsili kurumlar ve kurulu hukuki düzenin karşısına bu kaplara sığmayan çokluğun yaratıcılığını çıkarır. Kurucu iktidar kavramı da radikal sınırlarına taşınmış olur.

Robespierre’den Negri’ye sıçrayan, Sieyes’in mucidi olduğu ve Carl Schmitt’in yirminci yüzyılda canlandırdığı kurucu iktidar kavramını derinlemesine tartışmak isterdim. Fakat bu yazı Osman Can’ın eline düşmüş “kurucu iktidar” ile kendini sınırlandırmak zorunda. Hiçbir yazı ne yazık ki muarızının ufkunun ötesine çok fazla geçemiyor. Anayasacılık tarihimizin en ünlü raportörü, hakkını vermek gerekirse parlak bir zekâyla ön plana çıkan ve sonunda iktidar partisinin merkez yürütme organında yerini bulan Osman Can’ın geçtiğimiz haftalarda Alfa Yayınları’ndan çıkan “Kurucu İktidar” adlı kitabı çok büyük bir iddia ile ortaya çıkıyor: Can’a göre Türkiye’nin ve hatta -birkaç istisnayı dışarıda tutarsak- dünyanın gerçek anlamda ilk anayasası 2010’dan beri gelişen süreçte halkın demokratik temsilcileri tarafından yapılıyor! Osman Can, kitabında adeta Fransız Devrimi’nde Sieyes’in oynadığı rolü kendisine biçiyor. Zaman zaman parlak fikirlerin görünüp kaybolduğu eser, büyük iddialarının altını doldurmaktan yoksun olduğu gibi, iktidarın dilinden yaptığı tarih kurgusu da yıllardır gevelenen “bürokratik seçkinler-halk karşıtlığı”nın ötesine geçemiyor. Kitabın analiz gücünü ortaya koyması gereken kavramların kendileri dahi yapılandırılmadan kullanılıyor. Bu durum, bilimsel bir eser görüntüsü verilmiş çalışmayı gökyüzüne yükseldikçe hava kaçıran bir uçan balon durumuna sokuyor. Can’ın her iddiası daha elle tutulur hale gelmeden okuyanın elinde kalıyor.

Kitabın sunuşu Ergun Özbudun tarafından yapılmış. Özbudun’un sunuşu, düşünsel hayatımızda tipik hale gelmiş bir düşünce tembelliğini yansıtıyor. Bir iki cümlede açıklayayım. Özbudun birkaç ay önce, birçok boyutuyla Can’ın iddialarını yansıtmayan bir içerikte, 1924 Anayasası üzerine bir kitap yayımladı. Can’ın yazdığı konularda birçok eseri mevcut ve bunlardan bir tanesi hukuk fakültelerinin çoğunda ders kitabı olarak okutuluyor. Özbudun kendi eserleriyle ve anlattığı dersin içeriğiyle önemli ölçüde karşıtlıklar taşıyan kitabı sunarken hiçbir itiraz dile getirmiyor. Kitabın gramerini çıkarmasını ve tartışmaların ortaya konmasını beklediğimiz sunuş yazısı da kuru reklamın ötesine geçmemiş oluyor. Bu yaygın tavır düşünsel bir kuraklığın göstergesi olarak değerlendirilmeli.

Kitap yedi bölüm olarak tasarlansa da üç temel üzerine yerleştirilmiş: Kurucu iktidarın doğası, tali kurucu iktidar ve Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi. Bu üç temel bakımından savunulan ana fikirlerse şöyle: Türkiye’de iki kurucu bulunmaktadır. Birincisi 1876 Anayasası’ndan itibaren yerleşen bürokratik seçkinlerin kurucu iktidarı, ikincisi ise sadece 1921’de ortaya çıkmış ama bürokratik seçkinlere karşı varlığını ortaya koymaya çalışan demokratik kurucu. Bu parlak düşünce çok incelikli bir biçimde yapılandırılma olanağına sahipken, Can, Türkiye’de sosyoloji alanında yerleşmiş “merkez-çevre paradigması”nın kötü bir uygulamasını sunmanın ötesine geçemiyor. Örneğin 1921 öncesi kongre iktidarlarının adı bile çalışmada geçmiyor. Fakat bu teze dayanarak sayfalarca süren kurucu iktidar analizlerinde nedense temellendirmediği bir biçimde “AKP’nin giriştiği anayasa yapımının Türkiye’nin tek gerçek anayasasını! ortaya çıkaracağını” iddia ediyor.

İkinci temel fikir Türkiye’nin 1921 dışındaki bütün anayasalarının ferman anayasa niteliğinde olduğu ve gerçek anlamda anayasa değeri taşımadığı. Üçüncüsü ise Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerine ilişkin verdiği iptal kararlarının yok hükmünde olduğu. En tutarlı savunulan bu üçüncü fikir Can’ın raportörlük döneminin çok daha verimli olduğunu ortaya koymaktan gayri bir değer taşımıyor. “En yaratıcı” fikri sona sakladım: 1987’den beri geriletilmeye başlanan bürokratik seçkinci kuruculuk 2010’da iyice arka plana itilmiştir ve artık AKP’nin başlattığı anayasa yapım süreci ile Türkiye gerçek anlamda ilk anayasasına kavuşacaktır!

Bu fikirler temellendirilirken kullanılan üç ana kavrama son on yıldır aşinayız. Bunlardan ilki “darbe”, ikincisi “vesayet”. Üçüncüsü ise biraz daha karanlık bir kavram: “Derin Anayasa”. Darbe ve vesayet kavramlarını yapılandırmak için hiçbir uğraş sarf edilmiyor. Türkiye tarihi sınıf çatışmasından azade bir biçimde tarihin motoru haline gelmiş darbeciler demokratlar çatışmasına indirgenirken vesayet de bunun çatı kavramı olarak kullanılıyor. Halbuki “darbe” kavramı üzerine Machiavelli’den beri gelişen önemli bir literatür varken ve bir kamu hukuku kavramı olarak “vesayet” kavramı da yapılandırılmaya muhtaçken, bu zaaflar Can’ın ‘kronjurist’lik hayallerinde bir eksiklik yaratmıyor olsa gerek ki üzerlerine gidilmiyor.

Derin Anayasa kavramının yapılandırılış biçimi ise en önemli meziyetlerinden biri Almanca okuyabilmek olan yazar hakkında şüpheye düşmemize neden oluyor. Derin anayasa kavramı, Schmitt’in Anayasa Öğretisi (Theory of Constitution) adlı eserinde yaptığı “anayasa” ve “anayasal yasa” ayrımına dayandırılmış. “Bir kararcı olarak kurucunun siyasal birliğin şekli ve içeriğine dair verdiği karar” olarak anayasa ile “anayasada yazılan daha önemsiz normlar arasında ayrımı” ortaya koyan Schmitt’in Türkiye’yi anlamak için kullanıldığı çalışmada kararcılığın anlamlı bir eleştirisini görmenin mümkün olmadığı gibi, Schmitt’in bütün bunları çevreleyen “demokratik kurucu iktidar” kuramının esamesi de okunmuyor. Can’a göre, Derin Anayasa, bürokratik seçkinlerin ve onların içinde egemen olan ordunun “devletin biçimi ve içeriği hakkında verdiği siyasal karar” ve bürokratik seçkinciliğin başka bir karakolu olarak görülen Anayasa Mahkemesi tarafından “hukuksuz” biçimde “bu kararın değiştirilmesinin engellenmesi” olarak anlaşılıyor. Ne analiz!.. Dahası, Schmitt’in “temsilci”, “delege”, “ajan” gibi kavramlar arasında yaptığı ayrımlar hiçbir şekilde eserde görmezken -ki Schmitt kurucu olarak halkın temsil edilemeyeceği yalnızca delege edilebileceği fikrindedir- AKP’nin çoğunlukta olduğu TBMM, anayasa yapıcı iktidar olarak hiç sorunsuz karşımıza çıkabilmektedir.

Schmitt hakkındaki bazı fikirler ise yazarı açıkça komik duruma düşürüyor. Osman Can, Schmitt’in Türkçede de yayımlanmış olan Siyasi İlahiyat adlı denemesinden şu ifadeleri alıntılıyor: “Modern devlet kuramının tüm parlak kavramları, aslında sekülerleşmiş ilahiyat kavramlarıdır”. Can bunu değerlerin dogmatikleşmesiyle ilgili bir düşünce olarak algılamakta hiçbir sakınca görmüyor. Schmitt’in, hukuk ilminin metafiziği ile teoloji arasındaki paralelliklere işaret ettiği çalışması birden değerlerin dogmatikleşmesinin eleştirisi olarak görünüveriyor.

Osman Can’ın “Kurucu İktidar” adlı eseri için çok daha ayrıntılı bir incelemeye ihtiyaç olduğu kesin. Bu, ilkin burada işaret etme fırsatı bulduğum temel problemlerin açıklıkla ortaya koyulması bakımından gerekli. Fakat daha önemlisi başka örnekleri de karşımıza çıkacak ve egemen hale gelecek olan yeni anayasa tarihi yazımının malzemesini ortaya dökmek açısından gerekli bu. Tabii burada da kalmamak gerekir. Başta Negri’den alıntıladığımız gibi kurucu iktidardan bahsetmek demokrasiden de bahsetmek demektir. Dolayısıyla bu kavram ne darbe savunucularına bırakılacak kadar önemsiz (Kenan Evren’in avukatının yaptığı savunmayı hatırlayın) ne de Osman Can’ın temsil ettiği egemenlerin yeni ideologlarına teslim edilebilecek kadar zayıftır. Kurucu iktidar yeni başlangıçların ve yeni kuruluşların kavramıdır ve gerçekte devrime yazgılıdır.

Kronjurist: Başhukukçu anlamındaki bu kavram Nazi Almanyası döneminde Carl Schmitt için kullanılmıştır.

KURUCU İKTİDAR, Osman Can, Alfa Yayınları, 2013.

0 yorum:

Yorum Gönder